23 Nisan 2011 Cumartesi

Travma ve Anksiyete

Travma çok sık kullanılan bir kelime. Ben de bazen kullanıyorum. Üstünde taşıdığından daha derin bir anlam içerdiğini düşündüğümden bu kelimeyi bir kaç farklı yerde araştırdım. National Institute of Mental Health’te bulduğum tanıma göre travma ikiye ayrılıyor: fiziksel ve mental travma. Fiziksel travma, vücudu tehdit eden bir etkiye karşılık vücudun verdiği cevap anlamına gelirken, mental travma biraz daha karmaşık görünse de aynı kapıya çıkıyor: insan aklının mental zarara verdiği cevap. Wikipedia’da psikolojik travma şeklinde geçen durum “insanın ruh sağlığına zarar veren olay” diye geçiyor. Ekşi Sözlükte ise “ruhsal / fiziksel örselenme ve etkileri” denmiş.

Tabi bu derece önemli bir husus hakkında böyle sade ve resmi tanımlar her şeyi sıkıcı, siyah-beyaz bir hale sokuyor ve çok şey ifade etmiyor. Benim için de etmiyordu, ta ki köşede sessizce duran bir anıyı farketmeme kadar. İnsan, olayları tazeliğiyle bir kalıba sokamıyor. Hele bir de yaşınız küçükse haliyle anlam verilmesi çok zor oluyor. Orada karanlıkta duran paramparça bir otomobil aslında hayatınızın büyük bir bölümünün nasıl bir ortamda geçtiğini ve bunun hiç normal olmadığını yıllar sonra tesadüfen belli edebiliyor.

6 yaşımdayken dayım bir trafik kazasında öldü. Kamyonla çarpışan lacivert otomobili paramparça olmuştu. Yaşımdan dolayı ben olayların pek farkına varamadım. Ama aile içinde, dayımın çok genç olmasından dolayı olayın etkisi çok ağırdı. Hayal meyal çok fazla insanın dedemlerin evinde ağıtlar yaktığını hatırlıyorum. Olay çok acı olsa da belirli bir süre geçtikten sonra herkes mecburen kendi işinin başına döndü. Biz de ailecek kendi hayatımıza döndük.

Babam altı gün çalışıp Pazar günleri tatil yapıyordu. Ben okula yeni başlamıştım, kardeşimin başlamasına daha 2 yıl vardı. Annem ise her Cumartesi –daha önceden de olduğu gibi- kardeşimle beni alıp 20 km uzaktaki anneannem ve dedemin ziyarete gidiyordu. Bu yarım saatlik yolculuk, küçük kardeşim ve benim için çok keyifli olurdu. Etrafı izler kendi kendimize oyunlar uydurur, gülüşürdük. Hatta yolun bir kısmında, altından geçtiğimiz viyadük için bir şarkı bile yazmıştık. Dolmuşun gittiği yolun bir tarafı denize bakardı, diğer tarafının büyük bir bölümünde askeri alan vardı. ama kimi zaman apartımanlar, müstakil evlerle kaplıydı. bazı alanlar da boştu. kimi yabani otlarla, kimi de düz kumla ya da lağım sularıyla oluşan çamurla kaplıydı. O boş alanlardan birini belediye, çok yakından tanıdığımız, hurdaya dönüşmüş lacivert bir araba ile doldurmuştu. Bu bana hep doğal gelmişti nedense. Sanki koca şehirde tek araba kaza yapmıştı da, onu da kullanılmaz duruma gelen araçların daimi yeri olan bu boş arsaya atıvermişlerdi. O arabanın orada durmaması gerektiğini ne ben düşündüm ne de annem düşündü. Biz her haftasonu dayımın paramparça olmuş arabasını bir giderken bir dönerken gördük. Annem her haftasonu o trafik kazasını tekrar yaşadı, her haftasonu yaptığımız yolcuğun o kilometresinde annemin gözleri yaşla doldu. Küçük kardeşim yaşından dolayı idrak edemedi belki ama, ben o yolculuklarda ölmenin sadece filmlerde yere düşmek olmadığını öğrendim. Her haftasonu olayın vehametini daha çok kavramaya başladım, bunun üstüne o kadar düşündüm ki etkisinden kurtulamadım. kabuslar ve huzursuz uykular beni yıllar içinde ölümle takıntılı hale getirirken, annemi de panik atakla tanıştırdı.

fiziğin temel yasalarında olduğu gibi, aklın da kendine has bir etki-tepki mekanizması vardır. maruz kaldığımız kimi elim olayları, getirdiği acılar nedeniyle gözardı etmeye çalışmak ancak ileride oluşacak tepkileri hafızasız bir halde karşılamamıza yol açar. belki bu yüzden anksiyete kontrol edilebildiği ölçüde yararlıdır. çünkü ancak kendimizi bilirsek hayata tutunuruz ve ancak bu şekilde güçlü oluruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder