12 Kasım 2011 Cumartesi

İyilik - Kötülük (Hayır-Şer)

Bir karınca yuvasına tepeden bakıldığında her şey çok basit görünür. Bir grup mahluk doğal ortamlarında, en doğal halleriyle yaşıyorlar. Hayatlarını devam ettirmek için etrafta yiyecek namına ne varsa yuvalarına doğru sürüklüyorlar. Can çekişen başka böcekler buluyorlar bazen, ya da arada belki bir kaç tanesini kendileri avlıyorlar. Ama eninde sonunda hepsini yuvaya doğru çekiyorlar. Bizim açımızdan bakınca beyinlerinde bir kaç komut var: "Yemek bul", "Yaşayacak yer inşa et", "Üre". Karıncalar insanoğluyla herhangi bir bağ kurmadığı sürece onlarla ilgili düşüncelerimiz bundan öte gitmez, onlarda herhangi bir iyilik ya da kötülük görmeyiz. Fakat bu karınca türü bir hastalık taşısın, taşıdığı virüs insanların ölümüne sebebiyet versin, bu kötülük olarak kabul edilir. En azından sonuçları kötü olan hadisedir. Ya da ortamda ölümcül virüs taşıyan başka bir böcek türü olsun, ama karıncalar onlarla beslenerek hastalığın insanlara geçmesini engellesin; bunu da hayırlı, sonuçları iyi olan bir iş olarak görürüz.

Yapılan hayır-şer dercelendirmeleri tamamen insanla alakalıdır. İyilik her zaman yaşamı ve canlılığı çağrıştırır. Karıncalar zararlı böceği öldürür, hastalığın bize geçmesini engeller. Başka bir türün kötülüğü bize iyilik olur. Zararlı böceğin bize hastalık bulaştırması ise kötülüktür, bir insanın ötekini öldürmesi ya da bir tiranın bir çok insanı sefalet içinde bırakması da kötlüktür. Bu olayların hepsi ölümle bağlantılıdır.

Kötülük, insana daimi yokoluşunu hatırlatan olayların ortak adıdır ve bu kavramın yaratıcı olan insanoğluna hastır. Tahayyül edebileceğimiz en büyük kötülük; tüm insanlığın yok oluşu gerçekleşse, bu ne karıncaların ne de -eğer varsa- uzak yıldız sistemlerindeki başka canlıların umrunda olurdu. Var sayalım, uzak sistemlerde bizden daha zeki canlılar var ve bir süredir bizi gözlüyorlar. Aynı bizim karıncalar hakkında düşündüğümüz gibi; (son 5000 yıldır) tüm yaptığımız savaşların, katliamların, doğaya yönelik tahribatın doğamızın bir parçası olduğunu düşüneceklerdir. Bu dünyada kumda debelenen karıncalardan pek farkımız yok. Yuvalarımıza neleri sürüklediğimiz sadece bizim umrumuzda.

Kötülük, ölümün hayatlarımıza düşen gölgesidir. Aslı varken kullanımı gereksiz olan bir kavramdır.

23 Nisan 2011 Cumartesi

Travma ve Anksiyete

Travma çok sık kullanılan bir kelime. Ben de bazen kullanıyorum. Üstünde taşıdığından daha derin bir anlam içerdiğini düşündüğümden bu kelimeyi bir kaç farklı yerde araştırdım. National Institute of Mental Health’te bulduğum tanıma göre travma ikiye ayrılıyor: fiziksel ve mental travma. Fiziksel travma, vücudu tehdit eden bir etkiye karşılık vücudun verdiği cevap anlamına gelirken, mental travma biraz daha karmaşık görünse de aynı kapıya çıkıyor: insan aklının mental zarara verdiği cevap. Wikipedia’da psikolojik travma şeklinde geçen durum “insanın ruh sağlığına zarar veren olay” diye geçiyor. Ekşi Sözlükte ise “ruhsal / fiziksel örselenme ve etkileri” denmiş.

Tabi bu derece önemli bir husus hakkında böyle sade ve resmi tanımlar her şeyi sıkıcı, siyah-beyaz bir hale sokuyor ve çok şey ifade etmiyor. Benim için de etmiyordu, ta ki köşede sessizce duran bir anıyı farketmeme kadar. İnsan, olayları tazeliğiyle bir kalıba sokamıyor. Hele bir de yaşınız küçükse haliyle anlam verilmesi çok zor oluyor. Orada karanlıkta duran paramparça bir otomobil aslında hayatınızın büyük bir bölümünün nasıl bir ortamda geçtiğini ve bunun hiç normal olmadığını yıllar sonra tesadüfen belli edebiliyor.

6 yaşımdayken dayım bir trafik kazasında öldü. Kamyonla çarpışan lacivert otomobili paramparça olmuştu. Yaşımdan dolayı ben olayların pek farkına varamadım. Ama aile içinde, dayımın çok genç olmasından dolayı olayın etkisi çok ağırdı. Hayal meyal çok fazla insanın dedemlerin evinde ağıtlar yaktığını hatırlıyorum. Olay çok acı olsa da belirli bir süre geçtikten sonra herkes mecburen kendi işinin başına döndü. Biz de ailecek kendi hayatımıza döndük.

Babam altı gün çalışıp Pazar günleri tatil yapıyordu. Ben okula yeni başlamıştım, kardeşimin başlamasına daha 2 yıl vardı. Annem ise her Cumartesi –daha önceden de olduğu gibi- kardeşimle beni alıp 20 km uzaktaki anneannem ve dedemin ziyarete gidiyordu. Bu yarım saatlik yolculuk, küçük kardeşim ve benim için çok keyifli olurdu. Etrafı izler kendi kendimize oyunlar uydurur, gülüşürdük. Hatta yolun bir kısmında, altından geçtiğimiz viyadük için bir şarkı bile yazmıştık. Dolmuşun gittiği yolun bir tarafı denize bakardı, diğer tarafının büyük bir bölümünde askeri alan vardı. ama kimi zaman apartımanlar, müstakil evlerle kaplıydı. bazı alanlar da boştu. kimi yabani otlarla, kimi de düz kumla ya da lağım sularıyla oluşan çamurla kaplıydı. O boş alanlardan birini belediye, çok yakından tanıdığımız, hurdaya dönüşmüş lacivert bir araba ile doldurmuştu. Bu bana hep doğal gelmişti nedense. Sanki koca şehirde tek araba kaza yapmıştı da, onu da kullanılmaz duruma gelen araçların daimi yeri olan bu boş arsaya atıvermişlerdi. O arabanın orada durmaması gerektiğini ne ben düşündüm ne de annem düşündü. Biz her haftasonu dayımın paramparça olmuş arabasını bir giderken bir dönerken gördük. Annem her haftasonu o trafik kazasını tekrar yaşadı, her haftasonu yaptığımız yolcuğun o kilometresinde annemin gözleri yaşla doldu. Küçük kardeşim yaşından dolayı idrak edemedi belki ama, ben o yolculuklarda ölmenin sadece filmlerde yere düşmek olmadığını öğrendim. Her haftasonu olayın vehametini daha çok kavramaya başladım, bunun üstüne o kadar düşündüm ki etkisinden kurtulamadım. kabuslar ve huzursuz uykular beni yıllar içinde ölümle takıntılı hale getirirken, annemi de panik atakla tanıştırdı.

fiziğin temel yasalarında olduğu gibi, aklın da kendine has bir etki-tepki mekanizması vardır. maruz kaldığımız kimi elim olayları, getirdiği acılar nedeniyle gözardı etmeye çalışmak ancak ileride oluşacak tepkileri hafızasız bir halde karşılamamıza yol açar. belki bu yüzden anksiyete kontrol edilebildiği ölçüde yararlıdır. çünkü ancak kendimizi bilirsek hayata tutunuruz ve ancak bu şekilde güçlü oluruz.

10 Mart 2011 Perşembe

24. yüzyıldan mektuplar: Son Ölümsüzün Mektubu

14 Kasım 2394

Ölümsüzlük. İnsanoğlunun en büyük -belki de tek fantezisi ve en büyük korkusu. Tanrılığa ulaşmak için atılan en büyük adım. Tanrı'yı öldüren adım. Bir yandan en büyük istek, diğer yandan en büyük korku, en büyük kötülük. İsteklerini gerçekleştirmek için yaşam süresini kısıtlı gören insan, bu ayrıcalığı edindiğinde hayatın anlamsızlığını kabullenemiyor. Hayata dair büyük amaçların imkansızlığı -yeni dönem filozoflarının türümüzün kötülüğünü kabullenmesiyle ütopyaları da etkiledi. İyilik ve güzellikler unutulurken yıkım ve boyun eğdirmek yeni ütopyalar oldu, yararcılık ise hayatları yönlendiren en büyük felsefe. Amaçsızlık insanoğlunu zahiri bir uygarlaşma sürecine sokuyor. Amaçlar gerçekleştiğinde yeni amaçların oluşmasından önce düzeni sağlamak adına uygarlaşıyoruz. Yeni amaçlar ise yeni yıkımları getiriyor. 1000 yıl önce Dünya içinde yeni dünyalar keşfederken belli ki çok ilkeldik, tüm yıkımlar ilkelliğin sonucu olarak düşünüldü. Evren içindeki yeni dünyaların keşfedilmesi ise daha büyük yıkımları getirdi. O zaman durumun ilkellik ile ilgili olmadığı anlaşıldı. Bu türümüzün bir gerçeği. Kötülük bizim içimizde. İçimizdeki bu kötülüğün farkında olan biz ölümsüzler saflığı ve iyiliği sadece tahayyül edebildik. Bu karmaşa ve yıkımın içinde bizler hayatı ve ölümü düşündük. Varlık ve yokluk adına sonsuz günlerimizi düşünceler içinde geçirdik ve sonsuz hayatlarımızı sonsuz umutsuzluk içinde geçirmemizi sağlayacak bazı elim gerçekler üzerinde uzlaştık. Ölümün ve kayboluşun gerçekliğini ancak idrak eden insanoğlunu varlığıyla yüzleştirmenin ne büyük bir korku yaratacığını kimse tahmin edemezdi. Varlığın korkunç gerçekliğiyle yüzleşenler teker teker gerçeklikle bağlarını kopardılar. Acınası durumları, ölümlüler tarafından anlaşılmazken, filozoflar klasik felsefenin çöküşünü kaygıyla izlediler.

Doğamız tezatlarla dolu, birbirine uzak olan ya da karşıt kavramların arasındaki boşluk bir anda bulanıklaşabiliyor, bir oluyorlar. Bilinmeyenden korkuyor, bilinmeyeni arzuluyoruz. Korktuğumuz şeylerin kötülük getireceğini bile bile onu istiyoruz. Ölmek için doğduk, ölmemek için yaşıyoruz. Önce doğaya hükmeden biz insanoğlu, daha sonra doğa kavramını genişletip üst doğalara hükmediyor, teknolojimizle hayatın doğasını değiştiriyor, onu sonsuz kılıyoruz. Ölüme çare buluyoruz, bir anlamda ölümsüz oluyoruz; kalıyor geriye tek büyük fantezi, tek büyük korku. Ölüm.

26 kasım 2009

Show No Mercy

1983 yılının sonlarıydı. Heavy metalin popüleritesinin zirvelere ulaştığı bu ortamda, Iron Maiden, “The Number of the Beast”in ardından, “Piece of Mind” ile birlikte ortalığı kasıp kavurmaya devam ederken, şarkı sözleri ve imajlarıyla prodüktörleri dahi tırstıran Venom 3. albümü “At War With Satan”ı çıkarmıştı. Judas Priest ise iyiden iyiye hızlandığı “Screaming for Vengeance”ı çıkaralı bir yıl olmuştu. İngiltere’de durum böyleydi; Amerika’da, Doğu eyaletlerinde Dio, Black Sabbath’ı bırakıp ilk albümü “Holy Diver”ı çıkarırken Overkill, Anthrax gibi gruplar ilk demolarını ya da EP’lerini kaydetmişlerdi. California’da ise Glam metal patlamasının yanında belki de bir tepki olarak Metallica gibi daha hızlı ve sert gruplar ortaya çıkmaya başlıyordu.

İşte böyle bir ortamda, “Show No Mercy” güzel bir karışım olarak çıktı karşımıza. Kerry King’in “Benim için her şey onlarla başladı” dediği Venom’un şok ediciliği, California’da o sıralarda filizlenmekte olan thrash metal, ve NWOBHM etkilenimleri Slayer efsanesinin ortaya çıkışını sağlayan etmenlerdi. Aslında NWOBHM etkilenimleri derken biraz duraksamak lazım. Çünkü ilk albümüyle Slayer’ın bazı yönlerden bir NWOBHM grubundan çok fazla farkı yoktu, hatta Crionics gibi bazı şarkılar baya Iron Maiden tadı veriyordu. Zaten grubun ilk albüm anlaşmasını yaptığı Brian Slagel da Slayer’ı ilk olarak Phantom of the Opera çalarken izleyip beğenmişti.

Vokal anlamında bakıldığında “Show No Mercy” bize şu anki Slayer’dan asla göremeyeceğimiz bir esneklik sunuyor. Rob Halford’un 80’ler ve 90’larda bir çok vokali etkilediği delici çığlık tarzı Tom Araya’nın kendine has yırtıcılığıyla birleşince ortaya grubun karanlık imajını tamamlayan şeytani çığlıklar çıkmıştı. Şarkıların büyük bir kısımında gırtlağını kullanması da Araya’yı 83 yılının en vahşi vokali haline getirmişti. Gitarlar ise gelecektekinin aksine oldukça melodik ve akılda kalıcı melodiler içeriyordu. Bass pek atraksiyona girmezken yüksek tempolu davullar, vokallerle birlikte albümün en çok fark yaratan kısmıdır diyebiliriz.

Tabi bir grubun ilk albümünü sadece enstrümanlara hakimiyet ya da varyasyon oranıyla değerlendirmek yanlış olur. Hele bu, metalin yeni yükselişe geçtiği bir dönemde ortaya çıkan bir grup ise. Slayer, Venom ile birlikte, Death’ten tutun System of a Down’a kadar bir çok gruba ilham olmuştur. Bunu çoğunlukla görülmemiş şeyler sunmalarına ya da şok edilicik faktörünü geliştirmelerine bağlayabiliriz. Şok ediciliğe gelirsek; üç ateist ve bir tatlı su katoliğinden oluşan Slayer, dünyanın en yobaz ülkelerinden biri olan A.B.D.’nin neyse ki pek yobaz olmayan bir eyaletinde, şarkılarında satanik ve hristiyanlık karşıtı temalar kullanıyor, imaj olarak da bunu ters haçlarla vs. destekliyorlardı. Bu satanist imajı şu an basit görünse de ilk olmalarından dolayı, onlara sağlam bir underground kitle kazandırmıştı.

Gelelim şarkılara. Albüm Gene Hoglan’ın da back vokal yaptığı Evil has no boundaries ile başlıyor. Şarkı özellikle vokaller bakımından hayli ilginç. İlk başta çok tiz bir çığlıkla başlaması, Cronos (Venom) tarzı sert vokaller ve bazı bölümlerde Araya’nın ses aralığının sınırlarını zorlaması, şarkıda önce çıkan durumlar. Antichrist’ta dikkat çeken kısım, sadece sonlarda çılgın atan screamler değil, ondan önce gelen sololar; önce Kerry King çıkıyor sahneye ardından Jeff Hanneman bana duyduğum en güzel Slayer sololarından birini çalıyor. Aynı güzellikte bir solo içeren, Antichrist ile birlikte çoğu konserde çalınan Slayer klasiği Die by the sword içerdiği şeytani melodilerle insanın aklını başından alıyor. Daha sonra gelen Fight till death yine hızlı temposuyla, headbang yapmaya davetiye çıkartan bir şarkı. Metal Strom / Face the Slayer girişiyle ve devamındaki riffle Slayer diskografisindeki en karakteristik şarkılardan. Şarkıda az vokal kullanılması ve daha önce bahsettiğim NWOBHM etkilenimi hemen göze çarpıyor. Ve tabi Slayer’ı az da olsa bilen çoğu insanın aklında gelen o black magic’in başlangıç riff’i. Şarkı ilk notadan itibaren ortalarında gelecek o devasa çığlığın üzerine kurulmuş. Gerilim gittikçe yükseltiliyor ve Araya’nın su gibi berrak çığlığı başlıyor. Sonra gelen şarkı sözleri ve müziğiyle bir J. Hanneman eseri olan Tormentor. Aynı Metal strom / Face the slayer’ın son kısımları gibi bu şarkı da Iron Maiden’ı baya bir çağrıştırıyor. Albümdeki Maiden dalgası The Final command ile devam edip, Crionics’te Araya’nın Paul Dianno’ya göz kırpmasıyla sona eriyor. Son şarkı Show no mercy albümün en hızlılarından ve Araya’nın gelecekte yapacağı daha çiğ vokallerin habercisi oluyor.

Toparlamak gerekirse, Slayer’ın NWOBHM etkileminden bu kadar bahsetmem Slayer’ın çakma olduğunu ima etmek değildi tabi. Bir grubun ilk albümü hakkında düşünürken, en çok merak edilen şey şüphesiz tüm bu işin nasıl başladığı, onları böyle bir müziğe neyin ittiğidir. Bu yönden, Slayer dönemin şartları içinde; heavy metal hızlanmaya başlarken NWOBHM’den etkilenmiş, şov ve şaşırtıcılık yönünden Venom’u örnek almış ve bu müziğin aykırılığını en etkili biçimde göstererek, metal dünyasına girilibilecek en iyi şekilde girmiştir.

Sonuç olarak “Show No Mercy” Slayer’ın henüz olgunlaşmamış ve bambaşka bir halini dinlemek için büyük bir fırsat. Gelin siz de benim gibi, bu albümde görece; “normal” soloların, akıldan hiç çıkmayan rifflerin ve Araya’nın bir daha hiç göremeyeceğimiz derecede komplike vokallerinin keyfini çıkarın.

7 ocak 2011

Kauan

Uzak soğuk diyarlar

Çoğunlukla dinlediğimiz bir müzik tarzının sınırlarına ulaşınca ya da aynı tarz içinde keşfettiğimiz grupların artık birbirine çok benzemeye başlamasıyla artık bambaşka şeyleri aramaya başlayabiliyoruz. Bundan dolayı, tamamen duyguların ve bilinçaltının işitsel yansıması diyebileceğimiz müziğin sürekli beynimizin aynı noktasını dürtmesinden sıkılmamız da çok normal. Bildiğimiz gibi insanoğlunun iki temel dürtüsü var: cinsellik ve şiddet. Karşılayamadığımız durumlarda gazetelerin üçüncü sayfalarına çıkabildiğimiz bu ihtiyaçları neyse ki müzik anlamında pop – r&b kliplerinden extreme metale kadar oldukça geniş bir spektrumda karşılayabiliyoruz. Şiddet anlamında bakarsak, sisteme karşı olan öfkemizi thrash metal ile, dine ya da popüler kültüre karşı olan öfkeyi black metalle ya da saf öfkeyi brutal death metal ile dindirebiliyoruz (besliyoruz?).

Peki sorarım sana sevgili okur, hiç mi durulmaya ihtiyacı yok bu insanoğlunun? İstemez miyiz biz alıp başımızı uzaklara gidelim, sislerin arasında kaybolup geri gelen karlı dağları seyre dalalım. Kalabalığı terkedip, doğanın sessizliğinde huzur bulalım. İsteriz tabi, her canlanışın ardından durulmayı bekleriz. Biz duruluruz, etraftaki canlılığı ve güzelliği görmek isteriz. İşte Tenhi bu noktada gelir bulur sizi, tabi önce siz onu bulabilirseniz.

Tenhi’yi keşfetmek baya bir zamanımı aldı diyebilirim. Önce Agalloch – The Mantle ile başlayan dingin / melankolik müzik arayışım –pasifagresif yazarları ve last.fm sağolsun – tenhi ve benzeri gruplar ile devam etti. Tenhi, 2000’lerde ortaya çıkan, genelde kuzey ve doğu avrupalı grupların içinde bulunduğu neofolk tarzının merkezinde yer alıyor. Rus olduğu halde Fince de kullanan ve hatta grup ismi bu albümle aynı olan Kauan’a ve ardından gelen bir kaç Finli gruba (Nest, October Falls) bakarak Tenhi’nin bir bakıma bu tarzda öncü olduğunu söyleyebiliriz.

Albüme geçecek olursak, ilk başta, klasik rock enstrümanlarının yanında bi çok çeşit enstrüman kullanılması dikkat çekiyor. Genel olarak kullanılan akustik gitar, bas gitar ve davulun yanında, piyano, viyolin, flüt sıkça kullanılıyor. Bunun dışında kimi şarkılarda didgeridoo (revontulet), ağız arpı, harmonyum, cello, udu davulu, synthesizer da kullanılmış. Vokaller ise pek baskın olmamasına rağmen çok karakteristik. Albümde sadece dört şarkıda vokal var ve bunlar da şarkıların soğuk ve dingin havasıyla son derece uyumlu. Beklenen tüm melankoliyi veren vokaller, kalın ses tonu, bir kaç kanaldan verilen varyasyonlar ve arada giren fısıltılarla bu karakteri tamamlıyor.

Böyle bir grup ve albümden bahsederken yarattığı atmosfere değinmemek olmaz. Tenhi zaten, albüm kapaklarıyla, şarkı isimleri ve temalarıyla, albüm isimleriyle ve hatta kendi ismiyle bu atmosferi inşa ediyor. Köyün yaşlısı ya da ermişi anlamına gelen Tenhi zaten bu yönüyle oluşturduğu pagan havasını, “uzun zaman” anlamına gelen Kauan ile, track list’te göreceğiniz şarkı isimleriyle ve gölün kıyısındaki sisli bir ormanın resmedildiği kapağıyla birleştiriyor ve o karanlık, soğuk, melankolik ama huzur verici atmosferini yaratıyor.

Atmosfer yaratmakta çok başarılı olan grupların bunu nasıl yaptıklarını sorgularken aslında çok da uzağa bakmaya gerek yok. Dünya’nın en görkemli ve bir o kadar sade doğal ortamlarından biri olan Finlandiya’dan (bkz: Finlandiya’nın gölleri) böyle müzik çıkması garip değil tabi. Şaşırtıcı ve özellikle kıskandırıcı olan adamların çalışma ortamları. Doğa ile iç içe kulübe misali bir stüdyo ve içinde her türlü imkanı görünce insan hırslanmıyor değil. İstersen Children of bodom gibi hızlı ve öfkeli takıl istersen bu abiler gibi melakolinin dibine vur.

Genelde albüm kritiklerinde şarkı yorumları okumak hoşuma gider ama Kauan için şarkılardan pek bahsetmek istemedim. Çünkü bu albümdeki şarkılardan bahsetmek çok güzel bir filmin sonunu söylemek gibi bir şey olacaktı. İyisi mi ben size bu albümü spoil etmeden, hazır balkanların üzerinden soğuk hava dalgaları gelmekteyken siz bu albümü dinleyin. Her yoğun günün sonundaki kanepeye uzanma anı misali rahatlayın. İçinizden çığlık atmak geliyorsa, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorsanız, ya da bir şeyleri kırıp dökmek istiyorsanız önce onu yapın sonra bu albümü dinleyin. Zaten sonunda hepimiz öleceğiz.

1 ocak 2011

KoЯn

Saf Ergen Öfkesi

İki metal müziksever bir araya geldi mi -kaçınılmazdır metal muhabbeti alır başını gider. Bu muhabbetlerin olmazsa olmazı da çeşitli klişe laflardır. "Metalika, and justice for all'dan sonra bitti yaea", "abii judass.. kırallar yaa!", "opeth'i seviyorum, ama slowlarını", "abi cavalera gittikten sonra sepultura bitti zaten", "brutal vokal ne yaa iyreenç". Bunun gibi klişe cümleleri sonsuza dek uzatabiliriz. Hepsi öznel olan bu cümleler -ilginçtir karşıtlarıyla birlikte bu klişelerde yerini alır.

Korn da kıyısından köşesinden girdiği heavy metal kültürü içinde bu klişe laflarda kontrastı en yüksek olan gruplardan biridir. Metal müziği yozlaştırması, estetik yoksunu olması vs. gibi olumsuz eleştirilerin yanı sıra bir tür yaratan gruptur Korn; Kendinden sonra gelen, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz bir çok gruba farklı şekillerde ilham kaynağı olmuş bir grup. Peki nedir bu grubu bu kadar özel yapan? Harika gitar melodileri ya da sololar mı? Muhteşem davullar mı? Şahane şarkı sözleri mi yazıyorlardı? Hayır, bunların hiç biri Korn'a ait özellikler değil. Korn demek bir bakıma Jonathan Davis demektir. Onun çocuksu nefreti, değişken, garip-orijinal vokali ve şarkılarında anlatmaktan bıkmadığı hikayesi Korn'u Korn yapan bazı şeylerden bir kaçıdır.

Grubun müzikal karakteristiğini oluşturan albüm, içinde metal, grunge ve hip-hop öğeleri taşımakla birlikte 2000'lerin başına kadar grubun yaptığı müziğin temelini oluşturuyor. Şarkılarda, kimi zaman enstrümanlarda ama çoğu zaman vokallerde ilginç olaylar var. Shoots and ladders'taki gayda kullanımı, bazı şarkılarda Jonathan Davis'in kendine has -gavurların "gibberish" dediği vokal tarzı, yine vokaldeki içi içine sığmayan benim şahsen samimi bulduğum öfkeli nüanslar, gitarların ve tabi bass gitarın garip tonları, tüm bunlar müziği daha ilginç hale getiriyor.

Albümde 13 şarkı var, ilk bakışta bazı şarkılar birbirini tekrar ediyor gibi görünse de az önce bahsettiğim nüanslardan dolayı farklarını ortaya koyuyorlar. Bu sebeple de hit diyebileceğimiz çokça şarkı var.

İlk şarkı Blind, fanlar arasında klasik kabul edilen, genelde konserlerde açılış şarkısı olan bir parça. "Are you ready?" diyerek büyük bir gazla başlıyor ve Jonathan Davis'in değişken vokalleriyle devam ediyor. Ardından gelen Ball Tongue hakikaten çok orijinal, insanüstü bir parça. Az önce bahsettiğim "gibberish" vokallerin ilk yapıldığı parça olmakla birlikte çok değişken kaotik bir atmosferi var. Ardından gelen Need to kimi zaman ağlamaklı kimi zaman içi içine sığmayan öfke dolu bir vokalle gazı hiç azaltmadan deva ettiriyor. Dördüncü sıradaki Clown, Faget ile birlikte Jonathan Davis'in ileride yazacağı bir çok şarkının ana teması olan konuları içeriyor.

Tüm şarkılardan tek tek bahsetmeyeceğim ama Shoots and Ladder'ın biraz üstünde durayım. Genelde dinleyici kitlesinin yaş aralığından dolayı Blind ve Faget bu albümde önde tutulsa da albümdeki iki favorimden biri Shoots and Ladders (diğeri Ball Tongue). Şarkı, albümdeki en farklı olan parça. Gayda ile başlaması, çocuk şarkısı gibi devam etmesi (çocuksu olması albüme bağlılığı artırıyor), tekrar eden öfkeli kısımlar, gibberish vokal ile içinde en çok varyasyonu barındıran şarkı diyebiliriz.

Son olarak Daddy sadece albümün değil grubun karakteristik şarkılarından biri. Yine bu albümde başlayan Clown-Faget ekolü gibi grubun kendi içinde oluşturduğu bir ekol. Bu şarkı da ileriki albümlerde Kill You, Dead Bodies Everywhere, Falling Away From Me gibi şarkıların habericisi oluyor.

Bitirirken şunları söyleyeyim: Korn tabi insanı irrite edebilecek bir çok fana sahip. Ama albümü sadecel müzikal olarak değerlendirirsek orijinal, metal müzikte bazı kapıları açan, bir çok grubu etkileyip, yeni grupların oluşmasına ön ayak olan bir albüm.

27 mayıs 2010

Theogonia

Tanrıların Müziği

“İçinde bulunduğumuz sözde demokratik toplumda, herkesin dinleri istediği gibi tanımlamaya hakkı olmalıdır . biz de dinlerin çürüdüğünü düşünüyoruz”
diyerek, grubun neden böyle sert ya da kimilerine göre provoke edici bir isme sahip olduğunu açıklıyor Sakis Tolis. Her ne kadar çevreden bolca tepki alsalar da, isimlerinden dolayı “ruhani aydınlanmaya” ulaşmış Dave Mustaine tarafından satanist oldukları gerekçesiyle alt grup olarak kabul edilmeseler de bunları pek kafaya takmıyorlar. Çatır çatır müziklerini yapıyorlar.

Tarzları black metal ya da melodic black metal şeklinde tanımlansa da böyle etiketlere ihtiyacı yok Rotting Christ’ın. Yaptıkları müziğe kattıkları Balkan, Ortadoğu ve hatta Anadolu öğeleri onların özgün müziğini tamamlıyor ve bu özgünlükleriyle 20 yılı aşkın süredir harika albümler ortaya çıkarıyorlar.

Bu albümle ve hatta Rotting Christ ile tanışmamın ilginç bir hikayesi var. Her heavy, thrash metal hastası Türk genci gibi ben de black metal adlı güzide tarza karşı bazı önyargılar besliyor, dost meclislerinde "ehuehauh tipe bak la ormanda geziyürler" şeklindeki espirilere tebessümle eşlik ediyordum. Tabi sonra zaman geçti ve değiştim; değişerek geliştim. Black metal sevdalısı bir arkadaş ısrarlı bir şekilde Rotting Christ'ı tavsiye etmesiyle 'what da hell' diyip 'edindim' diskografilerini. Rasgele bir albüm seçip dinlemeye başladım (şanslıymışım o albüm A Dead Poem idi). Albümün ilk üç şarkısını o kadar çok beğendim ki iki yıl boyunca diğer şarkılara bak(a)madan sadece onları dinledim.

Theogonia ile tanışmam ise o iki yıldan sonrasına denk geliyor. Grubun diğer albümlerine göz atarken sıra son albümüne(2008) gelmişti. Albüm daha ilk şarkısının ilk saniyesiyle farkını belli ediyordu. Girişteki Yunanca sözler, ardından brutal vokalin o harika melodiyle birlikte girmesi, o epik hava, beni bir the sound of perseverance sendromuna* sokmuştu. Devamında şarkıların birbirine bağlılığını ve albümün bütünlüğünü keşfetmem de uzun sürmedi.

Theogonia bir albümün olması gerektiği gibi bir bütün. Hani bazı albümlerde olur, her şarkı -sadece sözleriyle değil müziğiyle de bir şeyler anlatır, her notanın sonunda bu güzelliğin nasıl devam edeceğine dair tatlı bir merak uyandırır. İşte böyle bir albüm Theogonia. Şarkılar birlikteyken daha büyük bir anlam kazandığı, bir aradayken o harika ahengi yakaladığı bir albüm.

Bu güzel uyumu albümü dinlediğiniz anda farkediyorsunuz. The Sign of Prime Creation, Keravnos Kivernitos ile devam ediyor, Helios Hyperion'daki hüzün Nemecic'deki gurur ile birleşiyor, Enuma Elish'teki Mezopotamya Gaia Tellus'taki Yunanistan ile birleşiyor Anadolu oluyor.

Albümdeki duygu yoğunluğunu da atlamamak lazım. Theogonia bir kaç yönden Amon Amarth albümlerini andırıyor desem yanlış söylemiş olmam herhalde. Özellikle Gaia Tellus ve Nemecic'de insanın tüylerini diken diken edecek epik bir hava var. Gitar ve davulun yıkıcı birlikteliği, üzerine tulumdan çıkan gaz melodiler, onun da üstüne tam olması gerektiği gibi olan bir vokal bu epik havayı çok güzel veriyor. Bununla birlikte gazın üstüne lezzet katan bir sos misali eklenen hüzün var. Bu hüzne de çoğu şarkıda şahit olabilirsiniz.

Şarkılara gelecek olursak, özellikle Nemecic ve Enuma Elish ilk bakışta en çok dikkat çeken şarkılar. Bu şarkılar tarza yabancı olan dinleyicileri bile yakalayabilecek, kendini dinletecek şarkılardır. Nemecic'te -kimi zaman sinir bozucu bir şekilde akıldan hiç çıkmayan tulum melodisi, Enuma Elish'teki nakarat kısmında giren egzotik ezan sesi, arkada Sakis abinin çılgın atan vokali, hemen arkasından giren istanbul'da bir romandan dinliyormuşuzcasına gelen kemanlar hakikaten baş döndürücü.

Kişisel favorim olan Gaia Tellus ise albümün karakterini en çok yansıtan şarkı, içinde farklı enstrüman barındırması (bkz: tulum), hem epik hem hüzünlü bir hava içermesiyle albümün özeti niteliğinde. Bunların dışında kalan şarkılar da bahsedilen ahengi sağlayan, uyumun önüne taş koymayan, cuk oturan şarkılar.

Son olarak şunu söyleyeyim, içindeki farklı olaylarla, muhteşem kompozisyonuyla, tutarlılığıyla son yılların en iyi albümlerinden biri olan Theogonia'yı henüz dinlemediyseniz, grubun ismine ve tarzına dair önyargılara kapılmadan hemen 'edinin'. Dinleyin, dinletin efendim.

* bir albüme ilk dinlenen andan itibaren aşık olmak

7 mayıs 2010