10 Mart 2011 Perşembe

24. yüzyıldan mektuplar: Son Ölümsüzün Mektubu

14 Kasım 2394

Ölümsüzlük. İnsanoğlunun en büyük -belki de tek fantezisi ve en büyük korkusu. Tanrılığa ulaşmak için atılan en büyük adım. Tanrı'yı öldüren adım. Bir yandan en büyük istek, diğer yandan en büyük korku, en büyük kötülük. İsteklerini gerçekleştirmek için yaşam süresini kısıtlı gören insan, bu ayrıcalığı edindiğinde hayatın anlamsızlığını kabullenemiyor. Hayata dair büyük amaçların imkansızlığı -yeni dönem filozoflarının türümüzün kötülüğünü kabullenmesiyle ütopyaları da etkiledi. İyilik ve güzellikler unutulurken yıkım ve boyun eğdirmek yeni ütopyalar oldu, yararcılık ise hayatları yönlendiren en büyük felsefe. Amaçsızlık insanoğlunu zahiri bir uygarlaşma sürecine sokuyor. Amaçlar gerçekleştiğinde yeni amaçların oluşmasından önce düzeni sağlamak adına uygarlaşıyoruz. Yeni amaçlar ise yeni yıkımları getiriyor. 1000 yıl önce Dünya içinde yeni dünyalar keşfederken belli ki çok ilkeldik, tüm yıkımlar ilkelliğin sonucu olarak düşünüldü. Evren içindeki yeni dünyaların keşfedilmesi ise daha büyük yıkımları getirdi. O zaman durumun ilkellik ile ilgili olmadığı anlaşıldı. Bu türümüzün bir gerçeği. Kötülük bizim içimizde. İçimizdeki bu kötülüğün farkında olan biz ölümsüzler saflığı ve iyiliği sadece tahayyül edebildik. Bu karmaşa ve yıkımın içinde bizler hayatı ve ölümü düşündük. Varlık ve yokluk adına sonsuz günlerimizi düşünceler içinde geçirdik ve sonsuz hayatlarımızı sonsuz umutsuzluk içinde geçirmemizi sağlayacak bazı elim gerçekler üzerinde uzlaştık. Ölümün ve kayboluşun gerçekliğini ancak idrak eden insanoğlunu varlığıyla yüzleştirmenin ne büyük bir korku yaratacığını kimse tahmin edemezdi. Varlığın korkunç gerçekliğiyle yüzleşenler teker teker gerçeklikle bağlarını kopardılar. Acınası durumları, ölümlüler tarafından anlaşılmazken, filozoflar klasik felsefenin çöküşünü kaygıyla izlediler.

Doğamız tezatlarla dolu, birbirine uzak olan ya da karşıt kavramların arasındaki boşluk bir anda bulanıklaşabiliyor, bir oluyorlar. Bilinmeyenden korkuyor, bilinmeyeni arzuluyoruz. Korktuğumuz şeylerin kötülük getireceğini bile bile onu istiyoruz. Ölmek için doğduk, ölmemek için yaşıyoruz. Önce doğaya hükmeden biz insanoğlu, daha sonra doğa kavramını genişletip üst doğalara hükmediyor, teknolojimizle hayatın doğasını değiştiriyor, onu sonsuz kılıyoruz. Ölüme çare buluyoruz, bir anlamda ölümsüz oluyoruz; kalıyor geriye tek büyük fantezi, tek büyük korku. Ölüm.

26 kasım 2009

Show No Mercy

1983 yılının sonlarıydı. Heavy metalin popüleritesinin zirvelere ulaştığı bu ortamda, Iron Maiden, “The Number of the Beast”in ardından, “Piece of Mind” ile birlikte ortalığı kasıp kavurmaya devam ederken, şarkı sözleri ve imajlarıyla prodüktörleri dahi tırstıran Venom 3. albümü “At War With Satan”ı çıkarmıştı. Judas Priest ise iyiden iyiye hızlandığı “Screaming for Vengeance”ı çıkaralı bir yıl olmuştu. İngiltere’de durum böyleydi; Amerika’da, Doğu eyaletlerinde Dio, Black Sabbath’ı bırakıp ilk albümü “Holy Diver”ı çıkarırken Overkill, Anthrax gibi gruplar ilk demolarını ya da EP’lerini kaydetmişlerdi. California’da ise Glam metal patlamasının yanında belki de bir tepki olarak Metallica gibi daha hızlı ve sert gruplar ortaya çıkmaya başlıyordu.

İşte böyle bir ortamda, “Show No Mercy” güzel bir karışım olarak çıktı karşımıza. Kerry King’in “Benim için her şey onlarla başladı” dediği Venom’un şok ediciliği, California’da o sıralarda filizlenmekte olan thrash metal, ve NWOBHM etkilenimleri Slayer efsanesinin ortaya çıkışını sağlayan etmenlerdi. Aslında NWOBHM etkilenimleri derken biraz duraksamak lazım. Çünkü ilk albümüyle Slayer’ın bazı yönlerden bir NWOBHM grubundan çok fazla farkı yoktu, hatta Crionics gibi bazı şarkılar baya Iron Maiden tadı veriyordu. Zaten grubun ilk albüm anlaşmasını yaptığı Brian Slagel da Slayer’ı ilk olarak Phantom of the Opera çalarken izleyip beğenmişti.

Vokal anlamında bakıldığında “Show No Mercy” bize şu anki Slayer’dan asla göremeyeceğimiz bir esneklik sunuyor. Rob Halford’un 80’ler ve 90’larda bir çok vokali etkilediği delici çığlık tarzı Tom Araya’nın kendine has yırtıcılığıyla birleşince ortaya grubun karanlık imajını tamamlayan şeytani çığlıklar çıkmıştı. Şarkıların büyük bir kısımında gırtlağını kullanması da Araya’yı 83 yılının en vahşi vokali haline getirmişti. Gitarlar ise gelecektekinin aksine oldukça melodik ve akılda kalıcı melodiler içeriyordu. Bass pek atraksiyona girmezken yüksek tempolu davullar, vokallerle birlikte albümün en çok fark yaratan kısmıdır diyebiliriz.

Tabi bir grubun ilk albümünü sadece enstrümanlara hakimiyet ya da varyasyon oranıyla değerlendirmek yanlış olur. Hele bu, metalin yeni yükselişe geçtiği bir dönemde ortaya çıkan bir grup ise. Slayer, Venom ile birlikte, Death’ten tutun System of a Down’a kadar bir çok gruba ilham olmuştur. Bunu çoğunlukla görülmemiş şeyler sunmalarına ya da şok edilicik faktörünü geliştirmelerine bağlayabiliriz. Şok ediciliğe gelirsek; üç ateist ve bir tatlı su katoliğinden oluşan Slayer, dünyanın en yobaz ülkelerinden biri olan A.B.D.’nin neyse ki pek yobaz olmayan bir eyaletinde, şarkılarında satanik ve hristiyanlık karşıtı temalar kullanıyor, imaj olarak da bunu ters haçlarla vs. destekliyorlardı. Bu satanist imajı şu an basit görünse de ilk olmalarından dolayı, onlara sağlam bir underground kitle kazandırmıştı.

Gelelim şarkılara. Albüm Gene Hoglan’ın da back vokal yaptığı Evil has no boundaries ile başlıyor. Şarkı özellikle vokaller bakımından hayli ilginç. İlk başta çok tiz bir çığlıkla başlaması, Cronos (Venom) tarzı sert vokaller ve bazı bölümlerde Araya’nın ses aralığının sınırlarını zorlaması, şarkıda önce çıkan durumlar. Antichrist’ta dikkat çeken kısım, sadece sonlarda çılgın atan screamler değil, ondan önce gelen sololar; önce Kerry King çıkıyor sahneye ardından Jeff Hanneman bana duyduğum en güzel Slayer sololarından birini çalıyor. Aynı güzellikte bir solo içeren, Antichrist ile birlikte çoğu konserde çalınan Slayer klasiği Die by the sword içerdiği şeytani melodilerle insanın aklını başından alıyor. Daha sonra gelen Fight till death yine hızlı temposuyla, headbang yapmaya davetiye çıkartan bir şarkı. Metal Strom / Face the Slayer girişiyle ve devamındaki riffle Slayer diskografisindeki en karakteristik şarkılardan. Şarkıda az vokal kullanılması ve daha önce bahsettiğim NWOBHM etkilenimi hemen göze çarpıyor. Ve tabi Slayer’ı az da olsa bilen çoğu insanın aklında gelen o black magic’in başlangıç riff’i. Şarkı ilk notadan itibaren ortalarında gelecek o devasa çığlığın üzerine kurulmuş. Gerilim gittikçe yükseltiliyor ve Araya’nın su gibi berrak çığlığı başlıyor. Sonra gelen şarkı sözleri ve müziğiyle bir J. Hanneman eseri olan Tormentor. Aynı Metal strom / Face the slayer’ın son kısımları gibi bu şarkı da Iron Maiden’ı baya bir çağrıştırıyor. Albümdeki Maiden dalgası The Final command ile devam edip, Crionics’te Araya’nın Paul Dianno’ya göz kırpmasıyla sona eriyor. Son şarkı Show no mercy albümün en hızlılarından ve Araya’nın gelecekte yapacağı daha çiğ vokallerin habercisi oluyor.

Toparlamak gerekirse, Slayer’ın NWOBHM etkileminden bu kadar bahsetmem Slayer’ın çakma olduğunu ima etmek değildi tabi. Bir grubun ilk albümü hakkında düşünürken, en çok merak edilen şey şüphesiz tüm bu işin nasıl başladığı, onları böyle bir müziğe neyin ittiğidir. Bu yönden, Slayer dönemin şartları içinde; heavy metal hızlanmaya başlarken NWOBHM’den etkilenmiş, şov ve şaşırtıcılık yönünden Venom’u örnek almış ve bu müziğin aykırılığını en etkili biçimde göstererek, metal dünyasına girilibilecek en iyi şekilde girmiştir.

Sonuç olarak “Show No Mercy” Slayer’ın henüz olgunlaşmamış ve bambaşka bir halini dinlemek için büyük bir fırsat. Gelin siz de benim gibi, bu albümde görece; “normal” soloların, akıldan hiç çıkmayan rifflerin ve Araya’nın bir daha hiç göremeyeceğimiz derecede komplike vokallerinin keyfini çıkarın.

7 ocak 2011

Kauan

Uzak soğuk diyarlar

Çoğunlukla dinlediğimiz bir müzik tarzının sınırlarına ulaşınca ya da aynı tarz içinde keşfettiğimiz grupların artık birbirine çok benzemeye başlamasıyla artık bambaşka şeyleri aramaya başlayabiliyoruz. Bundan dolayı, tamamen duyguların ve bilinçaltının işitsel yansıması diyebileceğimiz müziğin sürekli beynimizin aynı noktasını dürtmesinden sıkılmamız da çok normal. Bildiğimiz gibi insanoğlunun iki temel dürtüsü var: cinsellik ve şiddet. Karşılayamadığımız durumlarda gazetelerin üçüncü sayfalarına çıkabildiğimiz bu ihtiyaçları neyse ki müzik anlamında pop – r&b kliplerinden extreme metale kadar oldukça geniş bir spektrumda karşılayabiliyoruz. Şiddet anlamında bakarsak, sisteme karşı olan öfkemizi thrash metal ile, dine ya da popüler kültüre karşı olan öfkeyi black metalle ya da saf öfkeyi brutal death metal ile dindirebiliyoruz (besliyoruz?).

Peki sorarım sana sevgili okur, hiç mi durulmaya ihtiyacı yok bu insanoğlunun? İstemez miyiz biz alıp başımızı uzaklara gidelim, sislerin arasında kaybolup geri gelen karlı dağları seyre dalalım. Kalabalığı terkedip, doğanın sessizliğinde huzur bulalım. İsteriz tabi, her canlanışın ardından durulmayı bekleriz. Biz duruluruz, etraftaki canlılığı ve güzelliği görmek isteriz. İşte Tenhi bu noktada gelir bulur sizi, tabi önce siz onu bulabilirseniz.

Tenhi’yi keşfetmek baya bir zamanımı aldı diyebilirim. Önce Agalloch – The Mantle ile başlayan dingin / melankolik müzik arayışım –pasifagresif yazarları ve last.fm sağolsun – tenhi ve benzeri gruplar ile devam etti. Tenhi, 2000’lerde ortaya çıkan, genelde kuzey ve doğu avrupalı grupların içinde bulunduğu neofolk tarzının merkezinde yer alıyor. Rus olduğu halde Fince de kullanan ve hatta grup ismi bu albümle aynı olan Kauan’a ve ardından gelen bir kaç Finli gruba (Nest, October Falls) bakarak Tenhi’nin bir bakıma bu tarzda öncü olduğunu söyleyebiliriz.

Albüme geçecek olursak, ilk başta, klasik rock enstrümanlarının yanında bi çok çeşit enstrüman kullanılması dikkat çekiyor. Genel olarak kullanılan akustik gitar, bas gitar ve davulun yanında, piyano, viyolin, flüt sıkça kullanılıyor. Bunun dışında kimi şarkılarda didgeridoo (revontulet), ağız arpı, harmonyum, cello, udu davulu, synthesizer da kullanılmış. Vokaller ise pek baskın olmamasına rağmen çok karakteristik. Albümde sadece dört şarkıda vokal var ve bunlar da şarkıların soğuk ve dingin havasıyla son derece uyumlu. Beklenen tüm melankoliyi veren vokaller, kalın ses tonu, bir kaç kanaldan verilen varyasyonlar ve arada giren fısıltılarla bu karakteri tamamlıyor.

Böyle bir grup ve albümden bahsederken yarattığı atmosfere değinmemek olmaz. Tenhi zaten, albüm kapaklarıyla, şarkı isimleri ve temalarıyla, albüm isimleriyle ve hatta kendi ismiyle bu atmosferi inşa ediyor. Köyün yaşlısı ya da ermişi anlamına gelen Tenhi zaten bu yönüyle oluşturduğu pagan havasını, “uzun zaman” anlamına gelen Kauan ile, track list’te göreceğiniz şarkı isimleriyle ve gölün kıyısındaki sisli bir ormanın resmedildiği kapağıyla birleştiriyor ve o karanlık, soğuk, melankolik ama huzur verici atmosferini yaratıyor.

Atmosfer yaratmakta çok başarılı olan grupların bunu nasıl yaptıklarını sorgularken aslında çok da uzağa bakmaya gerek yok. Dünya’nın en görkemli ve bir o kadar sade doğal ortamlarından biri olan Finlandiya’dan (bkz: Finlandiya’nın gölleri) böyle müzik çıkması garip değil tabi. Şaşırtıcı ve özellikle kıskandırıcı olan adamların çalışma ortamları. Doğa ile iç içe kulübe misali bir stüdyo ve içinde her türlü imkanı görünce insan hırslanmıyor değil. İstersen Children of bodom gibi hızlı ve öfkeli takıl istersen bu abiler gibi melakolinin dibine vur.

Genelde albüm kritiklerinde şarkı yorumları okumak hoşuma gider ama Kauan için şarkılardan pek bahsetmek istemedim. Çünkü bu albümdeki şarkılardan bahsetmek çok güzel bir filmin sonunu söylemek gibi bir şey olacaktı. İyisi mi ben size bu albümü spoil etmeden, hazır balkanların üzerinden soğuk hava dalgaları gelmekteyken siz bu albümü dinleyin. Her yoğun günün sonundaki kanepeye uzanma anı misali rahatlayın. İçinizden çığlık atmak geliyorsa, hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorsanız, ya da bir şeyleri kırıp dökmek istiyorsanız önce onu yapın sonra bu albümü dinleyin. Zaten sonunda hepimiz öleceğiz.

1 ocak 2011

KoЯn

Saf Ergen Öfkesi

İki metal müziksever bir araya geldi mi -kaçınılmazdır metal muhabbeti alır başını gider. Bu muhabbetlerin olmazsa olmazı da çeşitli klişe laflardır. "Metalika, and justice for all'dan sonra bitti yaea", "abii judass.. kırallar yaa!", "opeth'i seviyorum, ama slowlarını", "abi cavalera gittikten sonra sepultura bitti zaten", "brutal vokal ne yaa iyreenç". Bunun gibi klişe cümleleri sonsuza dek uzatabiliriz. Hepsi öznel olan bu cümleler -ilginçtir karşıtlarıyla birlikte bu klişelerde yerini alır.

Korn da kıyısından köşesinden girdiği heavy metal kültürü içinde bu klişe laflarda kontrastı en yüksek olan gruplardan biridir. Metal müziği yozlaştırması, estetik yoksunu olması vs. gibi olumsuz eleştirilerin yanı sıra bir tür yaratan gruptur Korn; Kendinden sonra gelen, sevdiğimiz ya da sevmediğimiz bir çok gruba farklı şekillerde ilham kaynağı olmuş bir grup. Peki nedir bu grubu bu kadar özel yapan? Harika gitar melodileri ya da sololar mı? Muhteşem davullar mı? Şahane şarkı sözleri mi yazıyorlardı? Hayır, bunların hiç biri Korn'a ait özellikler değil. Korn demek bir bakıma Jonathan Davis demektir. Onun çocuksu nefreti, değişken, garip-orijinal vokali ve şarkılarında anlatmaktan bıkmadığı hikayesi Korn'u Korn yapan bazı şeylerden bir kaçıdır.

Grubun müzikal karakteristiğini oluşturan albüm, içinde metal, grunge ve hip-hop öğeleri taşımakla birlikte 2000'lerin başına kadar grubun yaptığı müziğin temelini oluşturuyor. Şarkılarda, kimi zaman enstrümanlarda ama çoğu zaman vokallerde ilginç olaylar var. Shoots and ladders'taki gayda kullanımı, bazı şarkılarda Jonathan Davis'in kendine has -gavurların "gibberish" dediği vokal tarzı, yine vokaldeki içi içine sığmayan benim şahsen samimi bulduğum öfkeli nüanslar, gitarların ve tabi bass gitarın garip tonları, tüm bunlar müziği daha ilginç hale getiriyor.

Albümde 13 şarkı var, ilk bakışta bazı şarkılar birbirini tekrar ediyor gibi görünse de az önce bahsettiğim nüanslardan dolayı farklarını ortaya koyuyorlar. Bu sebeple de hit diyebileceğimiz çokça şarkı var.

İlk şarkı Blind, fanlar arasında klasik kabul edilen, genelde konserlerde açılış şarkısı olan bir parça. "Are you ready?" diyerek büyük bir gazla başlıyor ve Jonathan Davis'in değişken vokalleriyle devam ediyor. Ardından gelen Ball Tongue hakikaten çok orijinal, insanüstü bir parça. Az önce bahsettiğim "gibberish" vokallerin ilk yapıldığı parça olmakla birlikte çok değişken kaotik bir atmosferi var. Ardından gelen Need to kimi zaman ağlamaklı kimi zaman içi içine sığmayan öfke dolu bir vokalle gazı hiç azaltmadan deva ettiriyor. Dördüncü sıradaki Clown, Faget ile birlikte Jonathan Davis'in ileride yazacağı bir çok şarkının ana teması olan konuları içeriyor.

Tüm şarkılardan tek tek bahsetmeyeceğim ama Shoots and Ladder'ın biraz üstünde durayım. Genelde dinleyici kitlesinin yaş aralığından dolayı Blind ve Faget bu albümde önde tutulsa da albümdeki iki favorimden biri Shoots and Ladders (diğeri Ball Tongue). Şarkı, albümdeki en farklı olan parça. Gayda ile başlaması, çocuk şarkısı gibi devam etmesi (çocuksu olması albüme bağlılığı artırıyor), tekrar eden öfkeli kısımlar, gibberish vokal ile içinde en çok varyasyonu barındıran şarkı diyebiliriz.

Son olarak Daddy sadece albümün değil grubun karakteristik şarkılarından biri. Yine bu albümde başlayan Clown-Faget ekolü gibi grubun kendi içinde oluşturduğu bir ekol. Bu şarkı da ileriki albümlerde Kill You, Dead Bodies Everywhere, Falling Away From Me gibi şarkıların habericisi oluyor.

Bitirirken şunları söyleyeyim: Korn tabi insanı irrite edebilecek bir çok fana sahip. Ama albümü sadecel müzikal olarak değerlendirirsek orijinal, metal müzikte bazı kapıları açan, bir çok grubu etkileyip, yeni grupların oluşmasına ön ayak olan bir albüm.

27 mayıs 2010

Theogonia

Tanrıların Müziği

“İçinde bulunduğumuz sözde demokratik toplumda, herkesin dinleri istediği gibi tanımlamaya hakkı olmalıdır . biz de dinlerin çürüdüğünü düşünüyoruz”
diyerek, grubun neden böyle sert ya da kimilerine göre provoke edici bir isme sahip olduğunu açıklıyor Sakis Tolis. Her ne kadar çevreden bolca tepki alsalar da, isimlerinden dolayı “ruhani aydınlanmaya” ulaşmış Dave Mustaine tarafından satanist oldukları gerekçesiyle alt grup olarak kabul edilmeseler de bunları pek kafaya takmıyorlar. Çatır çatır müziklerini yapıyorlar.

Tarzları black metal ya da melodic black metal şeklinde tanımlansa da böyle etiketlere ihtiyacı yok Rotting Christ’ın. Yaptıkları müziğe kattıkları Balkan, Ortadoğu ve hatta Anadolu öğeleri onların özgün müziğini tamamlıyor ve bu özgünlükleriyle 20 yılı aşkın süredir harika albümler ortaya çıkarıyorlar.

Bu albümle ve hatta Rotting Christ ile tanışmamın ilginç bir hikayesi var. Her heavy, thrash metal hastası Türk genci gibi ben de black metal adlı güzide tarza karşı bazı önyargılar besliyor, dost meclislerinde "ehuehauh tipe bak la ormanda geziyürler" şeklindeki espirilere tebessümle eşlik ediyordum. Tabi sonra zaman geçti ve değiştim; değişerek geliştim. Black metal sevdalısı bir arkadaş ısrarlı bir şekilde Rotting Christ'ı tavsiye etmesiyle 'what da hell' diyip 'edindim' diskografilerini. Rasgele bir albüm seçip dinlemeye başladım (şanslıymışım o albüm A Dead Poem idi). Albümün ilk üç şarkısını o kadar çok beğendim ki iki yıl boyunca diğer şarkılara bak(a)madan sadece onları dinledim.

Theogonia ile tanışmam ise o iki yıldan sonrasına denk geliyor. Grubun diğer albümlerine göz atarken sıra son albümüne(2008) gelmişti. Albüm daha ilk şarkısının ilk saniyesiyle farkını belli ediyordu. Girişteki Yunanca sözler, ardından brutal vokalin o harika melodiyle birlikte girmesi, o epik hava, beni bir the sound of perseverance sendromuna* sokmuştu. Devamında şarkıların birbirine bağlılığını ve albümün bütünlüğünü keşfetmem de uzun sürmedi.

Theogonia bir albümün olması gerektiği gibi bir bütün. Hani bazı albümlerde olur, her şarkı -sadece sözleriyle değil müziğiyle de bir şeyler anlatır, her notanın sonunda bu güzelliğin nasıl devam edeceğine dair tatlı bir merak uyandırır. İşte böyle bir albüm Theogonia. Şarkılar birlikteyken daha büyük bir anlam kazandığı, bir aradayken o harika ahengi yakaladığı bir albüm.

Bu güzel uyumu albümü dinlediğiniz anda farkediyorsunuz. The Sign of Prime Creation, Keravnos Kivernitos ile devam ediyor, Helios Hyperion'daki hüzün Nemecic'deki gurur ile birleşiyor, Enuma Elish'teki Mezopotamya Gaia Tellus'taki Yunanistan ile birleşiyor Anadolu oluyor.

Albümdeki duygu yoğunluğunu da atlamamak lazım. Theogonia bir kaç yönden Amon Amarth albümlerini andırıyor desem yanlış söylemiş olmam herhalde. Özellikle Gaia Tellus ve Nemecic'de insanın tüylerini diken diken edecek epik bir hava var. Gitar ve davulun yıkıcı birlikteliği, üzerine tulumdan çıkan gaz melodiler, onun da üstüne tam olması gerektiği gibi olan bir vokal bu epik havayı çok güzel veriyor. Bununla birlikte gazın üstüne lezzet katan bir sos misali eklenen hüzün var. Bu hüzne de çoğu şarkıda şahit olabilirsiniz.

Şarkılara gelecek olursak, özellikle Nemecic ve Enuma Elish ilk bakışta en çok dikkat çeken şarkılar. Bu şarkılar tarza yabancı olan dinleyicileri bile yakalayabilecek, kendini dinletecek şarkılardır. Nemecic'te -kimi zaman sinir bozucu bir şekilde akıldan hiç çıkmayan tulum melodisi, Enuma Elish'teki nakarat kısmında giren egzotik ezan sesi, arkada Sakis abinin çılgın atan vokali, hemen arkasından giren istanbul'da bir romandan dinliyormuşuzcasına gelen kemanlar hakikaten baş döndürücü.

Kişisel favorim olan Gaia Tellus ise albümün karakterini en çok yansıtan şarkı, içinde farklı enstrüman barındırması (bkz: tulum), hem epik hem hüzünlü bir hava içermesiyle albümün özeti niteliğinde. Bunların dışında kalan şarkılar da bahsedilen ahengi sağlayan, uyumun önüne taş koymayan, cuk oturan şarkılar.

Son olarak şunu söyleyeyim, içindeki farklı olaylarla, muhteşem kompozisyonuyla, tutarlılığıyla son yılların en iyi albümlerinden biri olan Theogonia'yı henüz dinlemediyseniz, grubun ismine ve tarzına dair önyargılara kapılmadan hemen 'edinin'. Dinleyin, dinletin efendim.

* bir albüme ilk dinlenen andan itibaren aşık olmak

7 mayıs 2010

Gürültü

nereden başlayacağımı bilmiyorum. tüm bu karmaşa, olayların anlamlarındaki kaymalar, düşüncemin geçtigi yolları tarumar etti. cevapları bulmayı geçtim, soruları - hatta ilk baştaki tek soruyu bile unuttum. tüm düşünceleri toparlamaya çalıştığımda ya da dışarıdan bir bakış elde etmek istediğimde dağılmaz bir gürültünün ortasinda buluyorum kendimi. dahası da var; sabırsiz bir şekilde söz almaya çalışan birinin gerginliği içindeyim, halbuki sözü kendi aklımdan alacağım. aklım o yola girdigimde düşünmeme izin vermiyor. gürültünün aktörleri ağız dolusu bağırışlarina başladiklarında ben o en büyük korkuyu duyuyorum. tek kontrol edebildigim seyden uzaklaştırılıyorum. "kontrol etmek" bunun anlamını sorguluyorum. gürültü tekrar başlıyor. bundan kaçışım ve kendimi öldürmeye cesaretim yok. yoruldum. biraz rahatlamam lazım. bir bardak su iyi gelir herhalde.

biraz aklımı temizleyip, üzerimdeki kıyafetleri çıkarıp, çek-yata uzanmalıyım. muhtemelen uyuyamam, ama en azindan sabitlesirim. hayır, hayır sabitlesmek iyi degil. vücut hareketsiz kalırsa, akıl da basibos kalır ve kendi çizdigi yolda düsünce örüntüsünü kurar ve ben yine o berbat gürültünün ortasında bulurum kendimi. hayir, bu kesinlikle olmaz. en azından soruları bulmalıyım. herseye en baştan başlamalıyım. aklımı kontrol edemiyordum. evet en son buradaydım. "kontrol etmek" kitaplıktaki dev sözlükten bunun anlamına bakarak başlayabilirim. sanırım doğru yoldayım: önce sorunu bir cümleyle açıkladım, içindeki anahtar kelimeyi buldum ve şimdi de onu özüne iniyorum. üç anlami var: birincisi denetlemek, ikincisi yoklamak ve gözden geçirmek, üçüncüsü de egemenliği altında bulundurmak.

bu düsündüğümden çok daha zor olacak. her şey tek parça başlayıp kendinden küçük parçalara ayrılıyor - o küçük parçalar sıfatlarinin anlamini ancak göreceli olarak taşıyabilirler - o parçalar da parçalanıyor. böylece, tek bir parça kendinden küçük sonsuz parçayı yaratabiliyor. bunun dogasina yabancı değilim. genel bir olgu olarak bu doğaya hiç yabancı degilim. aklimdaki karmaşa tek bir soruyla başladi. o tek sorunun cevabını ararken, yüzlerce soru sordum ve hiç bir cevap bulamadım. her soru başka bir soruyu tetikledi. her soru göreceli olarak kendinden daha küçük alt sorulara ayrıldı. ben de bu ağaçsı yapının içinde kayboldum. gürültü de ilk basta tekti. büyük bir parçaydi, geldigi zaman gitmeyi biliyordu. ama sorular arttıkça gürültü parçalandi. o kadar çok soru sordum ki, gürültünün küçük sinir bozucu parçalarının gitmesiyle gelmesi bir oluyordu. kendimi tebrik etmeliyim. aklımdaki devasa gürültüyü daha içinden çıkılmaz bir hale getirmeyi başardım.

22 ağustos 2010

Görünmez Ölü Duvar

kayalıklar düşledim, tepedeki gri sonsuza uzanan,
hiç biryerden başlayıp her yere dayanan,
biraz biraz yükselip hiç alçalmayan.
kayalıklar buz gibi, zaman da donmuş burada
soğuk yüzler var bir de ifadesiz,
ama donduğundan değil.

* * *

oluklar düşledim -kayaların soğuk yüzlerinde
merak uyandıran bir karanlığa açılan.
oyukların sahibi bilinçsiz kanlı eller
oyduğu kanlı gözlerle yanyana
rehbersiz sürüklenir bu çılgın karanlıkta.
ne uzakta parlayan bir yıldız,
ne de tükenmez arzuların sonu gelmez bekleyişi
ve merakla karışık korku
karanlık delilikle aşılmış

* * *

sorular düşledim, gerçeklerin karanlığına dalan
anlamsızlığa anlam katarken çabaları anlamsızlaştıran.
tabiatındandır, sorular cevaplandıkça artar
delilik olur baki kalan
görünmez ölü bir duvar bekler sonda
yüzler yorgun ve ifadesiz çoğu zaman.

* * *

yüzler düşledim, karanlığa aldırmayan
karanlığın zifrinde kaybolan.
yüzler beş yüz milyon yılın izini taşıyorlar
karanlığa karşı cahil ve hala soğuklar
en az ilk günkü kadar soğuklar
ve hala unutulmayı sindiremiyorlar.
soğudukça üşümüyorlar.
teker teker kayboluyor,
unutuldukça buz kesiyorlar.

2 nisan 2010

Müntehirin Masasındaki Mektup

Bu yazıyı, maruz kaldığım korkunç gerçekliğin beni içine soktuğu bu delilikten arda kalan sağduyu kırıntıları sayesinde yazabiliyorum. Bir önceki gece karşılaştığım olaylar bildiğim her şeyin anlamını bir anda yok etti. Soğukkanlılığım, rasyonel düşünce tarzım, hiç bir şey olanları hakkını vererek açıklamaya yetmeyecek. Fakat bu içinde bulunduğum buhranda, bu çaresizlik deryasında bir şeyden eminim. O bildiğim tek şey; olayların, evrenin, etraftaki her şeyin ve zavallı insanlığın hakkında ne biliyorsak, bunların aklı yerinden oynatacak derecede yanlış olduğudur. Her ne kadar bu gerçeklerle ölmem gerekse de insani içgüdülerimden dolayı az sonra içeceğim nörotoksik zehire rağmen, o korkunç tecrübeleri yazdığım bu mektup ile sonsuza dek yaşatacağım. Okuyucu, şunu anlamalısın ki bu bir intihar mektubundan daha öte bir şey, bir vasiyet, altından kalkabilecek olan için bir vazife. Burada anlatacaklarım benim sefil bedenimin çürümesinden daha büyük yıkımlara yol açacak. Bu yazıyı gözardı etmek ise cehaletten doğan mutluluğu ebedi kılacak. Eğer bu yazıyı okuyacak metanete sahip değilsen lütfen bu mektubu yok etme, gerçeklerin vahametine katlanabilecek birine ver.

Beni ölüme iten bahsettiğim vahim olaylar önceki gece dört sularında meydana geldi. Karanlığın, yaşayanları evlerine hapsettiği o soğuk gecede her zamanki yürüyüşlerimden birine çıkmıştım. Üç yıldır yaptığım gibi hızlıca yirmi dört basamaklı merdivenleri çıkacaktım. oradan soldaki parka nazaran daha az canlı olan sağ taraftaki rasathane sokağındaki eski kilisenin önünden geçecek, etrafı yabani otlarla çevrili o dar yokuştan inecek, sol tarafta tabelasındaki dört harfi eksik olduğundan ismini bilmediğim sokaktan yaklaşık yüz metre ilerleyerek türbeyi ve bitişiğindeki camiyi geçip heykelin bulunduğu meydana, ardından da deniz kıyısına ulaşacaktım. orada her zaman üstünde dikildiğim bazalt taştan tüm açılardan denizi gözleyip, sanki olağandışı bir şey bekliyormuşçasına dikkatle bakacaktım. Ardından başka bir yoldan, eski balık pazarının önünden çürümüş balık kokusu ve sabah ezanı eşliğinde geçip iki yüz metre ilerideki fırından ihtiyaçlarımı alıp 805 sokaktaki başlangıç noktama, bodrum katındaki evime ulaşacaktım.

O gece de aynı gaye ile çıktım yoluma. Şehrin yoğun ışığına rağmen yıldızlar garip bir şekilde parlıyordu. Öncesinde astronomik ya da jeolojik bir olayın eşiğinde olduğumuzu düşünsem de bu konularda çok yetkin olmadığımdan bu düşünceyi kafamdan attım, gökyüzüne bakmaktan vazgeçerek yoluma devam ettim. Yıldızlara dikkat ederken merdivenleri hızlı çıkma alışkanlığımı ve basamakları sayma takıntımı terkettiğimi geç de olsa farketmiştim. Birden midemde, o alışık olduğum endişeli bulantıyı hissettim. Her zamanki gibi yersiz kuruntulara kapıldığımı düşünerek şüphelerimi çürütmek için gökyüzüne tekrar bakmaya karar verdim. O anda, daha önce hiç yaşamadığım, tanımlara sığdıramayacağım bir deja vu hissini yaşadım ve ardından bir kez daha. Öncesinde tüm insanlığın bilinçaltına sahipmişçesine yaşadım bu hissi, ardından da bu his hakkında düşünürken tekrar kapıldım bu duyguya. Merakla karışık korku ile doğruldum, tetikte ve ürkek bir şekilde kendimi yola devam etmeye zorladım. Üç yıldır kendimi ait hissettiğim karanlık sokaklarım bu gece bana yabancı gibiydi...

21 mart 2010